...Dağ Olur! So goes the Turkish saying about gardens: "If you look after it, it becomes a garden, if you don't look after it, it becomes a 'mountain.'"
I tested the theory to its (almost) fullest this June, when I went to the US for almost four weeks. During my time away, it rained almost constantly in Istanbul, and I returned to find my garden spectacularly overgrown. Here's the sight that greeted me in the morning:
Fortunately it was not overgrown to the point where the things I wanted to grow were overwhelmed, with the possible exception of several daylily seedlings. This was bad, because in three-plus weeks, just about every grass seed that had ever been deposited in my garden took advantage of the cozy conditions and grew up to two feet tall. Still I managed to locate some of them, and i'm hoping that the ones that got ripped in the ensuing mercy-weeding only lost some leaves and will send up more.
Of course there were good things as well. The squash vines are obviously doing quite nicely, and happier now that I've pulled out the wild amaranth that they had scrambled over rather than rooting into the ground. The amaranth is one of my favorite wild greens anyway, so there will be plenty of "vlitopita" (amaranth börek) over the next couple weeks. The green one in the front is our local wild variety (there are actually two or three species); the tall red one farther back is "Hopi Red Dye," which seeds itself happily every year. A little too happily to be honest, but it's easy to pull out and provides a beautiful red accent in the flower garden.
The Lobelia cardinalis I put into the wet swampy zone in early spring is coming into beautiful bloom, and will probably continue to as long as I keep the mint at bay. Notice the healthy growth of grass, nightshade, amaranth and pigweed. I guess that will come out today...
And speaking of things red, the Korean runner beans sent to me by my gardening friend Jim Wright near Seattle, WA are growing spectacularly! They have extremely large beans, and it turns out that the "gigantes" (giant beans) popular in Greece and known as "Bombay fasulyesi" in Turkey are a white variety of the same species. I planted mine on a "teepee" a foot or two taller than myself, and I see now that it could have been much taller.
In the upper garden, the only thing worth mentioning (well...besides the 13-foot pokeweed) is the Seminole squash experiment. "Seminole" is reportedly a semi-wild variety of C. moschata which has a penchant for climbing; but accounts differ as to its actual willingness to climb. I instructed my housemate to guide it up the ropes I'd tied into the dead apricot tree, and so far it seems perfectly willing to grow skyward as long as it finds something to hold onto. The vines haven't been tied; I just provided the lines to offer them an anchor so that they can reach the branches above. If they decide to drape downward when they reach the ends of the branches, that will be fun too. Like annual English ivy on steroids.
To me, the C. moschata squashes with their enormous white-streaked leaves are beautiful plants as well, and if you have the room they offer a tropical air, especially in a smaller garden. There are already flowers on the way, which will be all the more beautiful. And not that I'd ever count chickens before they're hatched or anything (really now, can one be a gardener without a bit of pre-hatch counting?), but I can't wait to see the large-softball-sized fruits hanging down from among the branches.
***
Blogumun Türkçesini ihmal ettiğim için özür dilerim! Gerçekten son aylarda öyle yoğundum ki Türkçe tarafını bırakın, İngilizcesini bile ihmal ediyordum. Ve sabriniz için teşekkür ediyorum.
Üç küsur hafta Amerika'da geçirdikten sonra yağmurlu havalarda resmen fışkırmış olan bahçeme döndüm. Ve gerçekten dağ olmuş...sanki son asır boyunca topraklarında bekleyen her çim tohumu, hem yağmurlu hava hem de benim yokluğumdan faydalanıp, yarım metreye kadar büyümüş. Diğer bitkiler de büyüdüğü için büyük sorun değldi, kolay yolunur zaten, fakat yeni ektiğim ve herşeyden çok çime benzeyen minik zambak (Hemerocallis) bitkileri kesinlikle mağdur kalmışlar. Yine de birçoğunu bulabildim. Bu bahçede "en uygun olanın yaşaması" kanunu geçer zaten!
Kabak bitkileri de çok güzel büyümüştü, hele hele üstüne tırmandıkları ve dolayısıyla toprağa köklerini salmalarını engellemiş olan sirkemotlarını söktükten sonra daha da mutlu görünüyorlar. Sirkemotunu çok seviyorum, gelecek günlerde her halde bol bol gözleme ve börek yiyeceğiz!
Yabani sirkemotu ön tarafta; arkadaki kırmızı bitkiler ise Hopi Kızılderililerin törensel yemeklerini kırmızıya boyalamak için kullandıkları "Hopi Red Dye" (Kırmızı Boya) cinsi. Her tarafta (hatta fazlasıyla bile) kendiliğinden çıkıyor. Fakat çok kolay yolunur, ve koyu kırmızı yapraklar ve çiçekleriyle, çiçek bahçesine çok güzel renk veriyor.
Amerika'nın güney eyaletlerinin sulak yerlerinde yaygın olan ve ilbaharda ektiğim Lobelia cardinalis güzel açmaya başlamış. Bahçenin sulak bölgesindeki tek varlık olmaya yüz tutan naneyi biraz uzaklaştırabildikçe öyle devam eder her halde. Amerika'da böyle kırmızı renkli ama çoğu zaman kokusuz çiçekleri genelde arıkuşları tozlaştırıyor. Avrupa ve Asya'da bu kuşlar yok, arılar başarıyabilecek mi acaba?
Seattle kentinin yakınında yaşayan arkadaşım Jim Wright'in gönderdiği dev Kore ateş fasulyeleri de güzel fışkırmış. Jim beyin Kore kökenli eşi ilk tohumlarını Koreli bir çiftçiden almış, yıllardır bahçelerinde yetiştiriyorlar. Aslında bildiğimiz Bombay fasulyesinin aynı türünün bir beyaz cinsidır. Kore'de çerez olarak tüketiliyormuş. Bunları iki metrelik bir "çadır iskeleti"nin etrafına ektim; aslında üç metrelik bir tane fazla olmayacakmış!
Üst bahçeden bahsetmeye değer birşey adeta yok, Seminole kabağı deneyinden hariç. Florida eyaletinde yaşayan bir Kızılderili kabilesinin adını taşıyan Seminole balkabağı, yarı yabani bir cinstir. Bu kabak birkaç ilginç özlliğe sahiptir: 1) Meyveler, i taş gibi sert olup, sadece balta ile açılabiliyormuş, 2) tropikal bölgelerde yıllarca yaşıyormuş; bir bitki bir dönümlük toprak kaplayabiliyor, ve 3) seve seve tırmanıyormuş! Hatta günümüzde Florida denen bölgesine giren ilk Avrupalı gezginler, Seminole'lerin bu kabak cinsini, kabuğunu sıyırarak kuruttukları ağaçların etrafına ekerek yetiştirdiklerini, meyvelerin ise ağaçlardan süs gibi nehirlerin üzerinde astıklarını yazmışlar. Cinsi yetiştiren kişilerin anlattıkları değişiyor; bazılarına göre tırmanıyormuş, diğerler ise biraz tırmandığı fakat ilk fırsatta yine yere indiğini diyorlar. Belki cinsine göre değişebilir, şimdiye kadar benimkiler, filizleri tutunacak bir destek bulabilince seve seve tırmanıyormuş.
Dereye gelmeden paçaları sıvama derler de, bahçe ile uraşmak bizi biraz öyle yapmaya zorluyor bence. Dolayısıyla (nazar değmesin) gülleye benzeyen meyvelerini kurumuş kayısı ağacımızdan asılmalarını göremeyi dört gözle bekliyorum! Eğer dalların sonuna kadar uzanıp aşağıya asılmaya başlarsa yine razı olacağım. Devasa beyaz çizgili yapraklarıyla C. moschata cinsleri zaten son derece güzel bitkiler oluyor, özellikle öyle küçük bir bahçeye tam tropikal bir hava katıyorlar. Tam tropikal bir bitkidir zaten. Yetiştirdiğimiz üç kabak türünden en büyük çiçekleri bu tür açıyor ayrıca.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment